1962 yılında Çocuk Esirgeme Kurumu’nun Zeytinburnu Çocuk Bakımevi’nde grup lideri olarak okul öncesi eğitim alanındaki ilk görevine başlayan okul öncesi eğitim uzmanı Güvem Türe, daha sonraki yıllarda çeşitli yuvalarda yöneticilik yapmış. 1998 yılında Danimarka’da Kopenhang Belediyesi’ne bağlı olarak çalışan 26 anaokulu yöneticisine “ailelerle işbirliği” konusunda seminer veren Türe, 2000 yılından bu yana Banvit A.Ş.’nin 85 çocuk kapasiteli yuvasında danışman olarak görev yapıyor. Bu yuvada uyguladığı “katılımcı eğitim” modeliyle ilgili olarak biri özel olmak üzere Bandırma’daki M.E.B. yuvalarında da eğitimler veren Türe, anaokulunun çocuk ve aileler için önemiyle ilgili sorularımızı yanıtladı.

Genelde çalışan annelerin çocukları anaokuluna gidiyor. Ev hanımları da anaokulunu tercih etmeli mi?

Çocuğunu kreşe gönderen çalışan anneler daha sonra anaokuluna devam ediyorlar. Evde oturan hanımlar ise çevrelerinden, “evde oturuyorsun, bi çocuğa bakamadın mı?” diye baskı görüyorlar. Özellikle anneanneler, babaanneler çocuğun yuvaya gitmesine karşı çıkıp; “eğer sen bakamıyorsan, getir biz bakalım” diyorlar. Ama bunlar sağlıklı çözümler değil. Çünkü biz nasıl birbirimizden öğreniyorsak ve arkadaşlarımızla birlikte olmaktan hoşlanıyorsak, çocuklar da birbirlerinden öğreniyorlar ve arkadaşlarıyla, akranlarıyla birlikte olmaktan hoşlanıyorlar. Bu çok basit bir empati aslında. Sürekli olarak kendinizden 25-30 yaş büyük insanlarla günlerinizi ve gecelerinizi geçirdiğinizi düşünün. Bu nasıl size iyi gelmez, aşağıya doğru çekerse, sürekli büyüklerle vakit geçirmek de çocukları aynı şekilde aşağıya çekecektir. Özellikle anneanneler, babaanneler alınmasınlar ama onlarla yaşanan süreçlerin çocuklar için olumlu değil, olumsuz etkileri var. Çünkü onlar çocuklara inanılmaz sakınarak yaklaşıyorlar ve çocuklar sevgiden boğuluyor.

Yani çocuğun mutluluğu için anaokulu çok önemli. Peki gelişimi açısından anaokulunun etkileri neler?

Bu da çok önemli. Çünkü anaokuluna giden bir çocuk, orada işini çok iyi bilen ve bu iş için yetişmiş olan kişilerin gözetiminde oluyor. Yani çocukların anaokuluna sadece beslenme ve barınma için gittiğini düşünmemek lazım. Eğitim için yolluyoruz onları oraya, sürekli öğreniyorlar.

Üç yıldır danısmanlığını yürüttüğünüz Banvit Çocukevi’nde de uyguladığınız bir model var; katılımcı eğitim modeli. Bu modelin farkı nedir?

Bu eğitim modelini, İskandinav ülkelerinin de katılımıyla Zeytinburnu’nda açılmış olan Sosyal Hizmetler Çocuk Esirgeme Kurumu yuvasında öğrendim. Daha sonra Norveç’e giderek bu konuda eğitim gördüm ve staj yaptım. Bu modelin daha çok yuvada yaygınlaşması en büyük dileğim. Katılımcı eğitim modeli ile çocuğun merkezde olduğu bir eğitim programı uyguluyoruz. Yuvadaki çocuklar, otoritenin hissedilmediği, keşfederek öğrenmenin keyfini çıkardıkları, güvenli bir ortamda birey olarak yetişiyorlar. Tabii bunu ancak grup liderleri ve ailelerin katkısıyla başarıyoruz. Yine bu eğitim modeliyle çocuklar “Ne neden olur?”, “Ne nasıl olur?”, “Sen ne yaparsan ne olur ya da olmaz?” sorularını kendilerine sıkça sormayı öğreniyorlar. “Sorumluluk” kavramı ile tanışıyor, değer ve birey olduklarının bilincine varıyorlar. Özgür, kendini anlatabilen, etkin, ne istediğini bilen “kişi”ler oluyorlar.

Çocuğunu anaokuluna vermek isteyen aileler nelere dikkat etmeli?

Böyle bir karar alan aileler önce yemeklere bakarlar. Zannederler ki, o yuvada her gün köfte çıkıyorsa, her gün çocuğu meyve yiyorsa her şey çok yolunda. Yemek konusu tabii ki çok önemli ama asıl dikkat edilmesi gereken yuvanın bir aile ortamı gibi olup olmadığı. Çocuk kendini evde gibi hissetmeli, ortam ev gibi olmalı. Anaokulundakiler, kocaman öğretmenler gibi davranmamalı. Çocuklarla yatay ilişkiler kurulmalı, empati gelişmiş olmalı. Veli eğitimi çok önemli; bu nedenle o anaokulunda hangi sürelerle veli toplantısı yapılıyor, nasıl yapılıyor, bunların içeriği neler, dikkat edilmeli. Haftalık ve aylık programları ne, gezi programları ne, çocuklar nerelere gidebiliyor, neler öğrenebiliyor ve her şeyden önemlisi birey olabiliyorlar mı? Yemek bunlardan sonra gelir. Hiçbir çocuk aç kalmaz. Anneler çocuklarının dişi çıkmadı diye de endişelenirler ama hiç dişsiz adam var mı ortalıklarda?

Çocuklar anaokuluna verilirken, genelde bu tempoya ayak uydurup uyduramayacağı sorusu kafaları meşgul eder…?

Anarşiyi tanımlarken düzensizlik diyoruz ama evdeki anarşiyi görmüyoruz. Evdeki çocuklar sabahları ister 9’da kalkıyor, isterse 10’da. 10’da kalkan çocuk eğer canı isterse 10:30’da kahvaltı yapıyor. Tabii bu çocuktan saat 12’de öğle yemeği yemesini beklemeyin. Saat 2-3 gibi ıvır – zıvır yiyor. Akşam da acıkınca yine annenin istediği gibi beslenmiyor. Ayrıca saat 10’da kalkan çocuk gece Televole’den sonra yatıyor. Oysa, yuvaya giden çocuk sabah saat 8 – 8:30’da yuvada olmak zorunda; yani erken kalkıyor. Kahvaltısını anaokulunun standartlarına göre 08:30 – 9’da yapıyor. 12-1 gibi yemeğini yiyor, öğleden sonra da yatıp dinleniyor. Çünkü bütün çocuklar böyle yapıyor. Saat 4 gibi kahvaltısını ediyor ve 5’te evine gidiyor. 7’de acıktığı için akşam yemeğini yiyor ve erken kalktığı için yine erken yatıyor; Televole’ye kalmıyor. Böylece aile de kendine zaman ayırıyor. Aileler çocuk doğduktan sonra hayatlarını tamamen ona göre yaşayacaklarına inanıyor. Oysa durum hiç de böyle değil. Eğer kendilerine yardımcı olmazlarsa ve yalnız kalmazlarsa bir süre sonra çocuklarından sıkılıyorlar. Sonra talepler farklı karşılanmaya başlıyor, bağrışmalar hatta itişmeler başlıyor. Çünkü akşam saat 9’dan sonra anne haklı olarak yoruluyor, baba da evde böyle bir patırtı istemiyor. Sonuçta yabancılaşıyoruz birbirimize ve tüm bu yanlışları çocuklarımızı sevme adına yapıyoruz.

Anaokulunun, ilkokul dönemine katkıları neler?

Anaokuluna giden çocukla gitmeyen çocuklar arasında uçurumlar kadar fark var diyebilirim. Öğrenenle, öğrenmeyen; bilenle bilmeyen arasındaki fark bu. Anaokulundan çıkan çocuk, birey olarak çıkmış oluyor ve ne istediğini, ne yaptığını biliyor; kendi kararlarını kendisi alıyor. Oysa evden çıkıp da okula giden çocuğun arkadaş hakkında bir bilgisi, yaşam hakkında fikri yok. Nerede soru soracağını, nerede susacağını bilmiyor, hayat hakkında bir disiplin edinmemiş. İşte anaokuluna giden çocuklar bu disiplini ediniyor. Daha doğrusu kendi disiplinlerini ediniyorlar. Onun için huzurlu ve rahat oluyorlar, özgüven sahibi oluyorlar. Öğretmen bir şey sorduğu zaman, daha önce anaokuluna giden çocuklar hemen parmak kaldırırlar. Çünkü onlar kendilerine güven duyuyorlar ve soran çocuklar. Evde çocuğu yetiştiren kişi sürekli onunla birlikte olduğu ve asıl işi de bu olmadığı için çocuk soru sorduğunda genelde susturuyor. “Sus, şimdi zaman değil”, “Amma çok soru sordun”, “Büyüyünce öğrenirsin” … Bunlar bizim yuvada kullanmadığımız sözler. Bu nedenle bir soru sorunca çocuk cevabını alıyor. Çocuğun öğrenme içgüdüsü bastırılmıyor, tam tersi tetikleniyor. Bu çocuklar ilkokulda da soran, araştıran çocuklar oluyorlar; farklı oluyorlar.

Anaokuluna gelen çocukların aileleri de farklı oluyorlar. Eğer o anaokulunda veli eğitimi, anne baba eğitimi veriliyor, veli önemseniyor ve veliyle işbirliği katılımcı bir şekilde yürüyorsa, veli zaten okulu denetliyor. Çünkü veli de özgüvene kavuşmuş oluyor. Bizde çocuğun velisi daha çok anne olur ama bu yanlış. Anne ne kadar ortaksa, baba da o kadar ortak bu işe. Zaten babanın da buna gereksinimi var, çocuğun da. Bu sadece kadın, “karı” işi değil. İnsan eğitiyoruz, gelecek nesilleri eğitiyoruz aslında. Hepimizin işi. Onun için biz baba eğitimine de çok önem veriyoruz. Banvit’te yaptığımız toplantılara anneanneler, teyzeler de geliyor. Çocuk kimlerle birebir ilişki kuruyorsa, onunla iletişime ihtiyacı var. Biz bunu kurmak adına aileye açık bir eğitim uyguluyoruz. Hatta anne – babaların anlattıklarıyla çalışmalarımızı merak eden komşular bile geliyor bizim toplantılarımıza.

Yani katılımcı eğitim sadece çocukları değil, aileleri de kapsıyor?

Kesinlikle. Katılımcı eğitim, yuvada çocuklarla ve ailelerle birlikte yaptığımız bir eğitim. Aile yuvanın her anında bizimle birlikte. Toplantılara katılıyorlar, gezilerde bizimle birlikteler. Hatta Banvit’teki yuvada ailelerden oluşan bir yönetim kurulumuz bile var. Yuva için kararlar veriyorlar, yani karar mekanizmasındalar. Hem çocukları için, hem de bir kurum için karar veriyorlar.

Anaokulunda daha çok hangi problemlerle karşılaşıyorsunuz?

En çok telaffuz edilen, ilk gün sendromu. Aslında böyle bir sendrom yok. Bunu çocuk değil, aile yaşıyor aslında ve doğal olarak çocuğa da yansıyor. Çünkü çocuk kaçınılmaz olarak ailenin yaşadığı bu krizi hissediyor ve tedirgin olacak bir şey olduğunu düşünüyor. Biz bunu çok az çocukta yaşıyoruz ve hafif atlatıyoruz. 3 veya 4 yaşa yeni gelecek çocukların velisiyle konuşup çocuğu almaya karar verdikten sonra, çocuk daha hiç yuvaya başlamadan önce veliyi çocukla birlikte yuvaya çağırıyoruz. Çocuk yuvaya gelip geziyor, misafir gibi bir süre kalıyor. Ama velisiyle beraber ve asla yalnız bırakılmadan. Bu süreç içinde bizimle olan dostluğu geliştirmeye çalışıyoruz, arkadaş oluyoruz. Çünkü bir adam ancak güvendiği yerde yalnız kalır. Şu yaşımızda bile hiç bilmediğiniz ve acayip büyük, bir sürü odası olan, kalabalık bir yere bizi bıraktıklarını ve bundan sonra burada kalacağımızı düşünelim. Bilmediğimiz bir yerdeyiz, dönüş yolunu bilmiyoruz ve cebimizde para yok. Kimbilir kendimizi ne kadar yalnız ve güvensiz hissederiz. Bu duyguları çocuğa yaşatmaya hiç hakkımız yok. Bu nedenle çocukları daha önce aileleriyle birlikte yuvaya çağırıyoruz. 10 – 15 gün sonra tekrar anneyle geliyorlar, bunlar yarım günlük ziyaretler. İlkinde yemek yemeden gidiyorlar. İkincisinde yemek saati gelince “istersen sen de bizimle ye” diyoruz. Çünkü zorlarsak yemeyeceğini biliyoruz. Yemeğini yedikten sonra veliyle birlikte gidiyor. Çocuk böylece zaman içinde yuvaya alışıyor. Velilere ilk gün önemle tembih ettiğimiz şeylerden biri de servisle gitmeyen çocukların velilerinin mutlaka servis saatinde orada olmaları. Geç kalan veliyi affetmiyoruz. Veli geç gelince çocuklar “terk edildim ve aldatıldım” diye düşünüyorlar. Bu duyguları insanlardan çekip çıkarmak da çok zor. Bu, bizim çocuğun hayatına karşı duymamamız gereken bir sorumluluk çünkü.

Bir de yemek krizlerimiz var. Yemekte kriz olur mu demeyin, olur. Evde anneler bir tabak yemek için çocukların peşinden koşarlarsa, çocuklarla masaya oturmazlarsa olur. Çocuklar anaokuluna gelince biz de elimizde tabakla anneleri gibi peşlerinden koşacağız zannediyorlar. Yuvada böyle bir şey yok; oturulur ve yemek yenir. Ama az, ama çok; isteyen istediği kadar yer. Biz bu konuya çok önem veriyoruz. Tabaklarına biz yemek koymuyoruz, kendileri istedikleri kadar alıyorlar. İstemediği, sevmediği veya alışık olmadığı bir şeyi çok az, neredeyse bir çay kaşığı kadar yiyorlar ama mutlaka yiyorlar. Bizde tadına bakmadan reddetmek yok. Yuvada grup olmanın avantajı da var tabii. Herkes birlikte yemek yiyor ve çocuklar “o yiyorsa, ben neden yemeyeyim” diye düşünüyor. Oysa evde bir model yok önünde. Bizde grup liderleri de çocuklarla beraber oturuyorlar yemeğe. Hep birlikte, konuşarak, söyleşerek yemek yeniliyor; yemek yemek sosyal bir iş. Ailelerdeki gibi “şimdi yemek yiyoruz, konuşulmaz”ın tam tersi, biz konuşuyoruz. Çünkü yemek yerken konuşmak herkese iyi gelir. Sonuçta yemek seçen çocuklar, 1-2 ay sonra yemek seçmez ve yiyen çocuklar oluyorlar. Buna inanmayan anneler de gelip çocuklarını yuvada yemek yerken görünce çok şaşırıyorlar.

Yemek krizinin aşılmasında aile neler yapmalı?

Yuva ne yapıyorsa aile onu takip etmeli. Mesela yemek konusunda yaşanan krizlerden birinin nedeni çocuklara bütün yiyeceklerin robottan geçirilerek verilmesi. Oysa dişler var ve dişlerin de bir manası var; kesmek. Anneler her şeyi blenderdan geçirdikleri için, yemeğin içinde en ufak bir pürüz olduğunda çocuk onu tükürüyor. Yuvada bir süre sonra onu tükürmemeyi de öğreniyor çünkü bizde “onu yemezsen sana başka bir şey vereyim” ya da “makarna yeme ama üç tabak çorba iç” yok. Her şey usulüyle. Bu nedenle öğlen yemek yemeyince akşamüstü karnı çok acıkıyor ve ikinci ya da üçüncü dersini alıyor, “bunlar bu işten kolay kolay vazgeçmeyecekler, ben rezil olmadan inadı bırakayım” diyor. Bu arada çiğnemeyi de gösteriyoruz çocuğa. Çok acı ama 3 yaşına geldiği halde çiğnemeyi bilmeyen çocuklar geliyor yuvaya. Yemeği damağında ezip, bir bardak suyla yutuyorlar. Tabii bunlar böyle doğmuyorlar, anneleri yapıyor. Bunları anneleri kötülemek için söylemiyorum ama bunlar bizim önem vermediğimiz ve iyi olduğunu düşünerek yaptığımız şeyler. Özellikle anneanneler bu yöntemleri savunurken anneye “bak ben seni böyle yetiştirdim aslanlar gibi oldun” diyor ama o günün aslanıyla bugünün aslanı farklı. Ormanlar değişti bir kere, hayat değişti.

**box**

Çocukevi Kalite Göstergeleri

Banvit Çocukevi’nin duvarında asılı bulunan kalite göstergeleri, anaokulu eğitiminin önemini

vurguluyor. Güvem Türe, çocuğunu anaokuluna vermek isteyen ailelerin, anaokulu seçerken bu göstergeleri göz önünde bulundurmaları gerektiğini belirtiyor.

  • Yuvanın fiziksel ortamı çocukların kullanımına uygun düzenlenir, hijyenik ve sağlıklıdır.

  • Çocuklar yemek, uyumak, oynamak gibi her türlü faaliyetlerini grup odalarında yaparlar.

  • Çocuklar cinsiyetçi ayırım gözetilmeden yuvadaki her türlü faaliyete ortak olurlar. Her zaman her yerde eğitim vardır.

  • Eğitim programları çocuğun gelişim özellikleri, fiziksel ve sosyal ihtiyaçları ve dikkat süreleri göz önünde bulundurularak planlanır.

  • Farklılıkların kabulü esastır, çocukların farklı kültürleri tanıması desteklenir. Çocuklar ödül ve ceza korkusu olmadan araştırmaya, öğrenmeye ve etkileşime açık olarak günlük rutine ve programlara dahil olurlar.

  • Tüm personel yeniliklere açıktır, işbirliği ve dayanışma içinde çalışır.

  • Yuva çalışanları, çocuklar ve aileler arasında açık bir iletişim vardır.

  • Yuva ailelere açıktır ve ailelerin çocukla iletişimini ve yaşanan sorunların çözümlenmesini kolaylaştırır, aileler yuvanın yönetimi ve her türlü faaliyet konusunda sorumluluk alırlar.

  • Tüm çalışanların ve ailelerin

    , birlikte oluşturdukları bir iş planı doğrultusunda çalışılır.