Ben 12 yaşımdaydım sanırım.Odanın bir köşesinden birinin beni dikkatle izlediğini hayal ederdim. Hareketlerimi ona göre ayarlardım..Şimdiki genç deyişle “kendimi ayar ederdim” “ona” göre.Odanın köşesinden izleyen “o” tıpkı “ben”di. Yani bir başka anlatımla ben beni izlerdim. Ben beni izlediğim zaman, kendimi fark ederdim. Bunu bir arkadaşıma da anlattım: “Zaman zaman beni “biri” gözetliyor ama o da aslında “ben”im,dedim. Arkadaşım beni dikkatlice dinledi ve çarpık bir gülümseme ile bana baktı. Yorum yapmadı.

Biraz daha büyüyünce kendimle bir başkası olmadan,yani beni gözleyen ben olmadan iletişim kurmaya başladım. “Benim burada ne işim var?”, “Madem mutlu değilim,ne yapıyorum?”,”Bunu gerçekten yapmak istiyor musun?” gibi sorular sorardım kendime. Bu soruları sormak ben henüz “HAYIR” demenin erdemini bilmediğim için çok da işe yaramazdı. Benim kuşağım bastırılmış bir çocukluk ve kuşatılmış bir gençlik yaşadığı için farkındalık da kaçınılmaz olarak bize geç geldi.

Sonra farkında olmaktan vazgeçtim.Farkında olmak zordu. Kendimi fark etmeden

,edemeden koşturmaya başladım,giderek daha hızlı ve giderek daha hızlı koştum. Durunca düşecekmişim gibi geliyordu bana.

İnsan bence iki kere doğar. Önce annesinden,sonra da kendisinden. İlk doğumda nasıl doğduğunu hissetmeyen insan,kendisini doğururken zorlanır. Zihni yırtılır. Düşünceleri ve alışkanlıkları paramparça olur.Ama sonucunda insan kendisi olur.Dinginleşir.

Farkındalık insanın kendisi olmaktır. Başkalarının beklentilerinin esiri olmadan yaşamak,”hayır” diyebilmek,kalıpların dışına çıkmak ve salt kendimize sorumlu olduğumuzu bilmek farkındalıktır.

İnsanın kendini bilmesi zordur.. Başkalarını ne kadar da kolay suçlar ve karalarsak kendimizi de o kadar iyi savunur ve “ama” ların arkasına saklanırız.Kendini bilip de hataları başkasında değil, kendisinde gören insan farkına varıyor demektir.

Çocuklar 3 yaşlarında kendilerini fark ederler. Anne ve babalar daha onları fark edemediklerinden,çocuklar fark edilmek için “hayır” derler.İsyan eden çocuğu herkes fark eder. “Aaaaa, şuna da bak uslu uslu dururken,aklına ne geldi?” derler. Çocuğun aklına kendisinin diğerlerinden farklı olduğu gerçeği ulaşmıştır. Çocuk birey olduğunu duyurma gereği duymuştur. Çünkü o farklıdır,farkındadır ve bunun sonucunda da fark edilmek ister.Anne ve babalar hemen bu bireyi,başkaldıran küçük şeyi “terbiye” ederler. Bir daha “hayır” demesin ve ne fark etsin ne de fark edilsin diye. Sonra da işte o küçük çocuk, başkalarının hayatını kendi hayatı,başkalarının dayatmalarını kendi seçimleri zannederek büyür ve bir gün olmadık bir yerde isyan eder. Herkes çok şaşırır:”Delirdi!” derler. Oysa o akıllanmıştır.”Anlamış olma” haline gelmiştir.

Farkındalık derken “kötü olan her şeyin farkına varan” dan söz etmiyoruz. “ben her şeyi fark ederim,hiçbir şeyi kaçırmam” noktası değil anlatmak istediğim.Bir an durun. Hemen durun. Olduğunuz yere sessizce oturun, lütfen.Kendinize sorun:”Sen kendinin farkında mısın?. ”Yaşadığın hayat senin seçimin mi?” Yanıt veriyorsunuz değil mi?Kimse duymayacak sizden başka .Dürüst olsun yanıtlarınız. Yaşam yolculuğunda kendi içinizi görebildiğiniz ölçüde sosyal çevre ile iletişiminiz de yoğun ve sıcak olur.

Kendi içimizi görmeye başladığımız zaman,kendimizi kontrol etme yeteneğimiz de gelişir. Duygularımızdan önce duyularımızın bize ulaştırdıklarını biliriz. Etrafı kokladığımız zaman aldığımız kokunun bize verdiği keyfi veya keyifsizliği fark edebiliriz.Yemek yediğimiz zaman niçin yediğimizi fark edebiliriz.Bir işi yaparken o arada bir çok şeyi de yapmaya çalışırız. Yemek yerken TV seyrederiz.Ödenecek faturaları düşünürüz.Patrona vereceğimiz yanıtı geçiririz kafamızdan.Farkındalık yemek yerken,yemek yemektir. Yemek yerken yemeği düşünmektir. Kısaca o anın içinde olmaktır. O anın içinde olunca var oluruz.

Şimdi gene çocuklarımızla yaptıklarımıza göz atalım. Yemek yedirirken TV karşısına oturtuyoruz çocuklarımızı.Yediğini fark etmesin diye.Ne yediğini bilmeyen çocuk yemeğin de keyfine varmıyor,varamıyor.Sonra da çocuğumuzdan yemek yemediği için şikayetçi oluyoruz. Peki biz nasıl yiyoruz?Masanın karşısında TV var ve gözümüz ekranda,lokma da gırtlağımızda. Ne yediğinizin farkındamısınız?

Bizler ya geçmişe ağlar ya da geleceği planlarız. Geçmiş için yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur ama gene de keşkelerden kurtulamaz ve dertleniriz. Gelecek için ise gene yapabileceğimiz çok şey yoktur. Gelecekteki hayatı yani bilinmezi bir yere kadar planlarız.Ama şimdinin içindeyiz. Anın içindeyiz ve varız.

Çocuklarımızı da gelecekleri için yetiştirdiğimizden hayatı onlara bilmeden zehir ederiz. İyi niyetliyizdir ama bu iyi niyet onların hayatını iyileştirmez. Onlar gelecekte iyi olacaklar ya bu nedenle: ” Herkes ne der?” , “Herkes gibi yapsana..”, “Bizi utandırma!” gibi cümlelerle farkındalıklarını doğmadan boğarız.

Kendimizi fark ettiğimiz zaman başkalarını suçlamaktan vazgeçtiğimizi göreceğiz.Bizi mutlu etsin veya etmesin başımıza gelen her şeyin sorumlusu kendimiziz.

Çocuk düştüğü zaman, anne ve babalar genellikle yere vururlar ve “benim çocuğumu nasıl da düşürürsün” diyerek döşemeyi suçlarlar. Çocuk düştüğü için kendini hiç de sorumlu hissetmez. O doğru yürümüş ama birileri çelme takmıştır. Büyüyünce de tıpkı öğrendiği gibi yapar. Başarısızlıklarında hiç onun payı yoktur. Suç hep başkalarınındır.Kendini bilmezler küçükken düştükleri zaman sorumluluk almayan büyüklerdir.

Farkındalığı son günlerde internette dolaşan gerçek bir hikaye ile bitirelim.


Soğuk bir Ocak sabahı, bir adam Washington DC’de bir metro istasyonunda, kemanla 45 dakika boyunca altı Bach eseri çalar. Bu süre içinde, çoğu işe yetişme telaşındaki yaklaşık bin kişi kemancının önünden geçip, gider.

Kemancı çalmaya başladıktan ancak üç dakika kadar sonra, ilk kez orta yaşlı bir adam kemancıyı fark edip, yavaşlar ve birkaç saniye sonra da gitmek zorunda olduğu yere yetişmek üzere yine hızla yoluna devam eder.

Kemancı ilk bir dolar bahşişini bundan bir dakika kadar sonra alır. Bir kadın yürümesine ara vermeksizin parayı kemancının önüne koyduğu kaba atarak, hızla geçer, gider.

Birkaç dakika sonra, bir başka adam duraklayıp, eğilerek dinlemeye başlar ancak saatine göz attığında işe geç kalmamak için acele ettiğini belirten ifadelerle hızla yoluna devam eder.

En fazla dikkatle duran ise üç yaşlarında bir oğlan çocuğu olur. Annesinin çekiştirmelerine rağmen, çocuk önünde durur ve dikkatle kemancıya bakar. En sonunda annesi daha hızlı, çekiştirerek çocuğu yürümeye zorlar. Oğlan arkasına dönüp dönüp kemancıya bakarak, çaresizce annesinin peşinden gider. Buna benzer şekilde birkaç çocuk daha olur ve hepsi de anne, babaları tarafından yürümeye devam için zorlanarak, uzaklaştırılırlar.

Çaldığı 45 dakika boyunca kemancının önünde sadece 6 kişi, çok kısa bir süre durur. 20 kişi duraklamadan, yürümeye devam ederek, para verir. Kemancı çaldığı süre içinde 32 dolar toplar. Çalmayı bitirdiğinde ise sessizlik hakim olur ve kimse onun durduğunu fark etmez, alkışlamaz.

Hiç kimse onun dünyanın en iyi kemancısı Joshua Bell olduğunu ve elindeki 3,5 milyon dolarlık kemanla, yazılmış en karmaşık eserleri çaldığını anlamaz. Oysa Joshua Bell’in metrodaki bu mini konserinden iki gün önce Boston’da verdiği konser biletleri ortalama 100 dolara satılmıştı…

Bu gerçek bir hikayedir ve Joshua Bell’in öylesine bir kılıkla metroda keman çalması, Washington Post gazetesi tarafından algılama, keyif alma ve öncelikler üzerine yapılan bir sosyal deney gereği kurgulanmıştır. Sorgulanan şeyler; sıradan bir yerde, uygunsuz bir saatte güzelliği algılayabiliyor muyuz? Durup ondan keyif alıyor muyuz? Beklenmedik bir ortamda, bir yeteneği tanıyabiliyor muyuz? İdi…

Bu deneyden çıkarılacak kıssadan hisse ise, dünyanın en iyi müzisyeni, dünyadaki en iyi müziği çalarken, önünde durup, dinleyecek bir dakikamız dahi yoksa, başka neleri kaçırıyoruz acaba?

Farkındalığın özgürlük olduğunun farkında mısınız?