Yapılacak işleri, yetişilecek yerleri, verdiğiniz sözleri, vazifeleri, payeleri, kariyeri, aileyi, hırs, heves ve emelleri unutun. Sadece durun. Bir an, bir sonsuz an için durun. Ve sonra…. o beyazlıkta, o som mutlaklıkta sevdiğiniz birini düşünün. Yoğun bir şekilde. Çağırın onu dünyanıza. Belki beş, belki on dakika. Sonra bekleyin. Derken bir telefon, bir email, bir işaret, bir alamet, uzaktan bir selâm… Muhakkak ki bir şey gelecektir az evvel yoğun olarak düşündüğümüz insandan. Şaşıracağız o zaman. “Ne tesadüf!” diyeceğiz.

 

Günler birbirini tutmuyor. Değil günler, saatler birbirini tutmuyor. Her anın kimyası başka. Gün içinde dört mevsimden geçiyoruz aslında. Mutasavvıfların yüzyıllardır söylediği gibi “her an başka bir şan üstüne kurulu”. İnsan olmanın kuralı bu. Kâh çıkıyoruz tepelere, devasa enerji dalgaları üstünde ustalıkla sörf yapıyoruz. Kıyıdan bizi izleyenler gıpta ediyor maharetimize. Öyle bir hâl geliyor ki üstümüze, değmeyin keyfimize. Etrafımıza ışık, inanç ve iyimserlik saçıyoruz. Böyle anlarda girişimcilik yapsak, en yenilikçi hamleleri gerçekleştiriyoruz. Böyle anlarda kararlar almaya kalksak, en cesur adımları atıyoruz. Dünya bir futbol topu oluyor dizimizin üstünde, saydırıyoruz. Bir deli enerjiyle büyüyoruz, dışımızdaki her şey minnacık kalıyor. Ehemmiyetsiz. Etkisiz. Engellerin üstünden atlıyor, basamakları üçer beşer çıkıyor, yorulmak nedir bilmiyoruz.Kâh çukurlara yuvarlanıyor, en diplere iniyoruz. Gribe yakalanır gibi alınganlık hastalığına yakalanıyoruz. Derimiz inceliyor, direncimiz azalıyor. Başlıyoruz önümüze gelene çatmaya, kızmaya, içerlemeye. Boyutlar değişiyor aniden. Biz “küçük” kalıyoruz, küçük ve yetersiz, bizim dışımızdaki her şeyse fazla büyük, fazla ağır, fazla kallavi, fazla işte… Normalde canımızı sıkmayan ayrıntılar büyüteç altına alınmış gibi irileşiyor gözümüzde. Kıymık, odun oluyor nazarımızda. Tüy, kaya oluyor omuzlarımızda. Damlada boğuluyor, meltem esince üşütüyor, buluttan nem kapıyor, çakıl taşına takılıp tökezliyoruz. Hani az evvel dalgaların üstünde sörf yapan biz değiliz sanki. Ne oldu da pat diye yuvarlanıverdik karamsarlık çukuruna, bilmiyoruz.Ve bir değil, iki değil, her gün geçiyoruz benzer aşamalardan. Hayatımız lunapark arabası. Üstelik emniyet kemerimiz de bağlı değil. İniş çıkış, iniş çıkış… Ummadığımız dönemeçlerde hızlanıyor, beklemediğimiz tepelerde yavaşlıyoruz. Saatin tik takları, takvim yaprakları, iniş çıkış iniş çıkış… Sabah güne başlarken taze bir enerji dolaşıyor damarlarımızda. Öğleden sonra iş ortamında toplantı tatsız geçiyor, raporlar kötü geliyor ya da ani bir gelişme oluyor; hafifçe kararıyor ufkumuz, bulanıyor ruh halimiz. Yağmur çiseliyor hafiften, ruhumuzda bir gök gürültüsü. Kimse duymuyor. Ha koptu ha kopacak fırtına. Patlayabiliriz, kimse bilmiyor. Derken güzel bir haber alıyor ya da bir dostumuza rastlıyor, anında değişiyoruz. Gene bir hoşluk geliyor üstümüze, bir zarafet, bir incelik. Gökkuşağı ışıldıyor yüzümüzde. Akşam eve yorgun dönüyoruz, biraz da bunalmış. Bir durgunluk, bir kasvet çöküyor hemen. Gece eşimizle beraber heyecanlı, vurdulu kırdılı bir Amerikan filmi izliyor, kendi hayatımızın dışına kaçıyoruz. Bir rehavet, bir koyvermişlik… Alışkanlıklara teslim oluyoruz. Böylesi daha kolay geliyor. Halbuki daha bu sabah dalgaların üstünde sörf yaparken her nevi monotonluğu aşmaya kararlıydık. Sabahki “Ben” el sallıyor uzaktan akşamki “Ben”e. Bizimkisi oralı bile olmuyor, başını çeviriyor.Dışarıdan bakınca hep aynıyız ama içimiz renkten renge, halden hale giriyor. Bir anımız bir anımıza uymuyor ki. Şu anımıza şahitlik edenler ile bir sonraki anımıza şahitlik edenlerin gördükleri de farklı olabiliyor. En yumuşak ve uyumlu hâlimizle bizi görenler sanıyorlar ki hep öyleyiz. En hırçın ve huysuz hâlimize denk gelenler de zannediyorlar ki hep böyleyiz. Halbuki ne o ne bu. Her an her saniye değişmekteyiz.Peki “her an başka bir şan üstüne kurulu” ise bu değişimin ne kadarı bizim elimizde, ne kadarı değil? Gelin bu yazıyı okuduktan sonra bir deneme yapalım. Kapatın gazeteyi, kapatın gözlerinizi, kapatın dış sesleri. Kapatın içinizde durmadan vıdı vıdı eden ve tüm dünyada mistik akımların “aç bir maymun”a benzettiği beyninizin düğmesini. Susturun zihninizi. İndirin şalterleri ve durun. Beyniniz muhtemelen hoşlanmayacaktır bu yeni halden, isyana kalkışacaktır hemen. Evhamlar, vesveseler, öneriler, fikirler üreterek dikkatinizi dağıtmaya çalışacaktır. Oralı olmayın. Yakalayın maymunu kuyruğundan, bağlayın en yakın ağaca. Dursun oracıkta.

 

Yapılacak işleri, yetişilecek yerleri, verdiğiniz sözleri, vazifeleri, payeleri, kariyeri, aileyi, hırs, heves ve emelleri unutun. Sadece durun. Bir an, bir sonsuz an için durun. Ve sonra…. o beyazlıkta

doxycyclin ohne rezept kaufen

, o som mutlaklıkta sevdiğiniz birini düşünün. Yoğun bir şekilde. Çağırın onu dünyanıza. Belki beş, belki on dakika.Sonra bekleyin. Maymunu ağacından çözmeyi ihmal etmeyin. Ne de olsa fazla kalamaz o vaziyette. Derken bir telefon, bir email, bir işaret, bir alamet, uzaktan bir selâm… Muhakkak ki bir şey gelecektir az evvel yoğun olarak düşündüğümüz insandan. Şaşıracağız o zaman. “Ne tesadüf!” diyeceğiz. “Ben de şimdi seni düşünüyordum.”Peki ya sahi tesadüf dediğin nedir? Bireysel hayatlarımızda tesadüflerin rolü nedir? Ya insanlık tarihinde? Beklenmedik rastlantılar “tesadüf” müdür yoksa “tevafuk” mu? Ayrıntılar bütünü ne kadar etkiler? Pascal’ın bu konuda meşhur bir hipotezi vardır: “Eğer Kleopatra’nın burnu biraz daha kısa olsaydı dünyada her şey farklı olurdu!”. İddiaya göre Kleopatra’nın burnu çok alımlıymış, kendisi ise erkekleri çeken bir mıknatıs. O burun o kadar çekici olduğu için Sezar’dan Mark Anthony’ye nice kudretli erkeği kendine meftun etmeyi başarmış. Kleopatra’nın burnu biraz daha kısa ya da küt olsaydı o dönemde ne bunca savaş olurdu, ne böyle kanlı iktidar ve aşk mücadeleleri.Tarihin kocaman çarkında bir bireyin burnunun rolü ne olabilir demeyin. Katrede, derya saklıdır. Bireyde, bütün saklıdır. Zerrede, kâinat saklıdır. Damlada, yağmur saklıdır. Enerjilerimizdeki iniş çıkış hem bizi hem etrafımızı yakından etkiler. Bu yüzdendir ki değişim ancak içeriden ve BEN’den başlayabilir. Bireyden. Kendisine toz kondurmayıp, hep başkalarını eleştirmeye, hep dışarıyı değiştirmeye kalkan her türlü ideoloji, kibir ideolojisidir. Tüm bunları okuduğunuzda hak veriyor ya da saçma buluyorsanız, unutmayın ki yarın aynı yazıyı okuduğunuzda farklı hissedebilirsiniz. Çünkü her an başka bir şan üstüne kuruludur.”

 

Elif Şafak